Sabetaycılar


Yazıya başlamadan önce yazının başlığını ‘italik kelimeler’ koymayı düşünmüştüm. Ancak yazının sonundaki bitiş cümleleri yazıyı Sabatay Sevi’ye götürünce başlığı değiştirmiş olduk.

Kökenleri Osmanlı vatandaşı olan Lübnan katoliklerinden Amin Maalouf Türkiye ve dünyada çok okunan, takip edilen yazarlardan birisi. Halen Fransada yaşıyor. Anne tarafı Türk, baba tarafı (Mısır’daki Türk devletleri varlığı resmi olarak Tolunoğulları ile başlar (868) Osmanlı’nın Mısır hakimiyeti resmi olarak 1914 yılına kadar devam eder. Mısır’da kurulan Memluk devletinin adı ise Devletü't-Türkiyye’dir. Amin Maalouf’un Mısır Türklerinden mi, Berberi ya da Arap mı olduğunu kendisi açıklarsa öğreneceğiz) kökenli olan yazarın adının her ne kadar Fransızcadan mülhem olarak Arapça söylenişi gibi telaffuz edilip Amin olarak kullanılsa da bizim anlayacağımız şekliyle Emin olduğunu da bilelim.

Maalouf’un yaşadığı coğrafyanın yüzyıllarca Türk siyasi ve kültür coğrafyası içinde yer alması ve aileden gelen geleneklerin yazara fazlasıyla yardımcı olduğunu yayınlamış olduğu kitaplardan ve kitaplarında yer verdiği konularından anlamak mümkün. Özellikle Semerkant romanıyla ciddi bir okuyucu kitlesine ulaşan Maalouf’un kitaplarının çoğunluğu Arap ve Türk dünyasında geçen konulardan oluşuyor. Ancak yazarın Türk, Arap, Haçlı ve Avrupa ile ilgili ciddi bir birikiminin olduğu beğenelim ya da karşı çıkalım birikimini son derece titiz ve yerinde kullandığını da ifade etmemiz gerkir.

Dediğim gibi yazma işi ciddi bir disiplin gerektiriyor. Yıllar süren hazırlık, iç derinlik, düşünce duruluğu ve fazlaca yaşanmışlık, tecrübe ve bilgi-görgü... Bunlar olmadan yazıya oturmak belki mümkün ve bunu yapmaya çalışanlar epey bir fazla. Hatta içerikten mahrum, anlatımı sığ, tek düze, genel geçer birkaç yüz kelimelik dağarcığıyla çalakalem yazılan yazıların arz-ı endam ettiği bir devirden geçiyoruz. Bunun sebeplerini, sonuçlarını uzun uzadıya tartışacak değilim.

Türk yazarlar arasında nitelikli bir roman okumak istediğimizde aklımıza ilk gelen isimlerin Tanpınar, Peyami Safa, Halide Edip, Halit Ziya Uşaklıgil, Kemal Tahir, Yakup Kadri Karaosmanoğlu... yazarların olmasının altında yatan sebepleri düşünmek ve son dönemde yayınlanıp çok okunan kitapların neden aklımıza gelmediği, klasikleşmiş Türkçenin en güzel örneklerinin verildiği kitapların okunmaya devam edeceğini düşünüyorum. Son yarım asırdan da geleceğe taşınacak yazarlar mutlaka çıkacaktır ve vardır. Kemal Tahir, Selim İleri, Sevinç Çokum, Cengiz Dağcı, Tarık Buğra gibi sayıları iki elin parmakları sayısını geçmeyecek yazarlarımız bunlar arasında gösterilebilir. Cumhuriyet döneminde yazılan eserlerin tamamının bir Kaşgarlı Mahmut, Yusuf Has Hacip, Hoca Ahmet Yesevi, Yunus Emre... etmeyeceğini de bilmemiz gerekiyor!

Yazının başına dönecek olursak Maalouf’un “Yüzüncü Ad” romanı 1665’li yıllarda Osmanlı coğrafyasında geçen bir kurgu roman gibi görünse de Lübnan, Suriye, Hatay, İstanbul, İzmir, İtalya’nın sosyal yapısı, halkın inanç değerleriyle örülü bir roman olduğu dikkatlerden kaçmıyor.

Romanda sahaflık yapan kahramanın “Yüzüncü Ad” adıyla kayıp bir kitabın peşine düşmesi, Sabetay Sevi ve taraftarlarının İzmir bağlamında ortaya çıkışları, İzmir’in sosyal yapısı özellikle levantenler, azınlıkların gözünden inançların sorgulanması, Sabetaycıların peygamberciliği bağlamında inançlarının sorgulanması şeklinde anlatılıyor.

Dedim ya yazmak ciddi birikim ve disiplin isteyen bir sanat dalı. Meslek olarak adlandırmak doğru olmasa gerek yazmayı. Peyami Safa gibi yazarak hayatını idame ettiren birkaç ender şahsiyetin mesleğinin yazarlık ve yazmak olduğuna ben de inanıyorum. İyi ki yazmışlar.

Bir de bizim gibi yazmayı bir görev gören, hayatta kalmanın, hayata karşı verilen mücadelenin farklı bir cephesi olduğunu düşünenler için ise yazmak ‘yazmasaydım yaşamayabilecektim’ türünden açıklaması olan bir hastalık türü olsa gerek... 9-22 Nisan 2025; tarihistan.org

Naci YENGİN


MANŞET XƏBƏRLƏRİ