İmdat Avşar, modern dönemde toplumcu hikâyeleriyle göze çarpan bir yazardır. Kendisine asıl ününü kazandıran hikâyeleri yanında, Türk Dünyası’nın tanınmış romanlarından da Türkçeye aktarmalar yapmaktadır. Öğretmenlik mesleği dolayısıyla Anadolu’nun pek çok yerinde bulunan ve Anadolu insanını çok iyi gözlemleme imkânı bulan yazar, halkbilimin unsurlarından da yararlanmak noktasında önemli bir konumdadır. Yüksek bir gözlem gücüyle kaleme aldığı hikâyelerinde, Anadolu coğrafyasında, bozkır ikliminde yaşayan halkın fakirliği, saflığı, günlük hayatı ve dünyaya bakışı gerçekçi bir açıyla anlatır. Esasında bu hikâyeler kimi zaman köyden şehre giden köylüyü kimi zaman şehirden köye giden öğretmeni, kimi zaman da abdalların yaşayışlarını anlatırken, Türk dünyası ile yakın ilişkiler de tesis edilir. Anlatıların çoğunun merkezine çocuğu alan yazar, küçük insanın dramını da aksettirmek için iyi bir ayna bulmuş olur. Avşar, yayımlamış olduğu iki hikâye kitabında da gerek kendi çocukluk anılarına gerekse Anadolu’nun çeşitli şehir/kasaba/köylerinde öğretmenlik yaptığı yıllardaki gözlemlerine yoğun bir şekilde yer vermektedir.
İmdat Avşar ve Hikâyeciliği
1967 yılında,Anadolu’nun orta yerinde, Kırşehir’de hayata gözlerini açan İmdat Avşar, ilk hikâyesini 2007 yılında yayımlamış; geçen süre zarfında gerek aldığı ödüllerle gerekse akademi camiasında hakkında yazılan tenkit ve değerlendirme yazılarıyla Türk edebiyatında genel bir kabul görmüş; kırkından sonra çaldığı sazın ezgileriyle edebiyat tarihi içerisinde yerini almıştır.
Avşar, ilk hikâyesini her ne kadar kırk yaşında yayımlasa da, onun yazma mecrasına geç daldığı ya da geç kaldığı düşünülmemelidir. Hikâyelerinde yer verdiği biyografisine ve röportajlarına bakıldığında onun küçük yaşlardan itibaren edebiyata ilgisi olduğu görülür. O, henüz çocukken annesinden dinlediği masal ve ağıtlarla, babasından dinlediği Köroğlu Destanı ve Dede Korkut Hikâyeleri ile Türk halk edebiyatıyla tanışır. Dokuz on yaşlarındayken dinlediği masal ve destanlara kendi hayal gücünle bir şeyler ekler, o masalı ve destanı zihninde devam ettirir. Ortaokul birinci sınıfta Türkçe dersi ödevi için bir hikâye, lise yıllarında ise şiirler yazarak ilk deneyimlerini edinir. (Buradaki bilgi "525-ci qazet"in İmdat Avşar ile yapmış olduğu bir röportajdan alınmıştır. Kaynak adresi: http://old.525.az/view.php?lang=az&menu=2&id=11202&type=1)
Avşar’ın ta çocukluğundan başlayan ve ilk hikâyesini yayımladığı sene olan 2007 yılına kadarki süreci temrin dönemi olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Ali Akbaş’ın tavsiyesi üzerine hikâyelerini yayımlamaya başlayan Avşar’ın hikâyelerindeki tasvir gücü, dil kullanımı ve orijinalite bu temrin döneminin uzunluğu ile ilişkilendirebilir.
Türk Dünyası edebiyatlarından Türkçeye aktarımlar yapan, şairlik yönü de bulunan ve çeşitli dergilerde şiirleri yayımlanan Avşar, daha çok hikâyeleriyle ön plana çıkar ve anılır.
Avşar’ın hikâyelerini orijinal kılan gerçekliktir. O, küçük yaşlardan itibaren çevreye hep dikkatle bakmış, yaşadıklarını ve çevresinde gözlemlediklerini zihninde biriktirmiş ve bu birikimini estetize ederek hikâyelerinde kullanmıştır. Bu hikâyelerde Avşar, çocukluk ve okul yılları hatıralarına, memleketi olan Kırşehir’in abdalları ve onların yaşamlarına, öğretmenlik ve müfettişlik seneleri gözlemlerine yer verirken, Anadolu’nun panoramik bir manzarasını sunmuş, öne çıkardığı tipler temsilinde ise Anadolu insanını bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir. Onun Anadolu’su hikâyelerine salt Anadolu olarak yansır. Avşar’dan önce Anadolu’ya Marksist açıdan bakan yazarlar için Anadolu, ideolojilerini sunabilmek ve kitlelere yayabilmek için iyi bir malzeme olarak görülmüştür. Marksist/toplumsal gerçekçi yazarlar Anadolu’da bir sınıflaşma, bu sınıflaşmadan kaynaklanan çatışma görmüş; ezenler-ezilenler, sömürenler-sömürülenler gibi Marksist temele dayalı tasniflerin diliyle konuşmuşlardır. Bahse konu olan yazarlar Anadolu’yu hazır kalıplara sokarken, en önemli unsuru, gerçekliği göz ardı etmişlerdir.
Köyü ve beraberinde Anadolu’yu ‘istediği gibi’ gören ve şahsî bir gerçeklikle algılayan yazarların aksine Avşar; köyü, Anadolu’yu ve Anadolu insanını ‘olduğu gibi’ görmüş, bunları kendi gerçekliği içerisinde algılamıştır. Bu gerçekçilik ‘gözlemcilik noktasında kalan bir realizm’den ibarettir. Bu bağlamda o, "Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken / Yazılmamış bir destan gibi Anadolu’muz." diyen Faruk Nafiz’in de içinde bulunduğu memleket edebiyatçılarının hikâye alanındaki devamıdır.(Memleket Edebiyatı ve Gözlemci Gerçekçilik konuları için bk. İnci Enginün, "Memleket Edebiyatı", Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Dergâh Yayınları, İstanbul 2010.)
Avşar, "Memleket Edebiyatı"nın "Tasvirde Kalanlar/Gözlemci Gerçekçiler" (Enginün, 2010: 39-40) koluna dâhil bir hikâyecidir. O, kendisini gerçeklik noktasında konumlandırırken bu yargımızı destekler açıklamalarda bulunur:
Hikâyelerimde bir şeyleri ispatlama, bir ideolojiyi haklı çıkarma, okuyucunun öğretmenliğine soyunma, toplum mühendisliği yapma gibi bir gayret gütmüyorum. Böyle bir iddiam da yok. İnsana ait olan hiçbir şey bana yabancı değil, gözlemlediğim gerçeklik ne ise, o gerçeklik içindeki insan ne yaşıyorsa onu anlatmaya çalışıyorum. Ve metinde kenarda olmayı, objektif davranmayı yeğliyorum. Okuyucu ile metni, gözlemlediğim gerçeklik içinde ‘taraf yazar’ olmadan buluşturmayı deniyorum. Bu bir nevi gerçeğe bakışımı da yansıtıyor. (Altan, 2013: 7)
Realizmin, hayat tecrübelerinden yararlanmak; insanları ve olayları olduğu gibi anlatmak; günlük yaşantılar, her zaman görülebilen kişiler ve olayları konu olarak almak; yol göstermeyip toplumda ve insanda gördüğünü söylemekle kalmak; yoktan var etmeyip var olanı işlemek; ahlak öğretmenliği yapmamak (Kantemir, 1973) gibi ilkelerini Avşar eksiksiz olarak üzerinde taşır. Onun hikâyelerindeki kişiler dahi gerçek hayattaki hâllerinin birebir aynısıdır: "Benim halen hayatta olan kahramanlarım, bir yandan öz ömürlerini yaşarken, diğer yandan da bir hikâye kahramanı olarak edebiyat dünyasında yaşıyorlar." (Pervin, 2013: 32) "Evin Yıkılsın Haci" hikâyesinin başkişisi Davulcu Adem, gerçek hayatta B. Bilge Tokel’in Salkım Söğüt adlı televizyon programına konuk olur. Tokel, ona, "İmdat Avşar senin hikâyeni yazdı, bundan haberin var mı?" diye sorduğunda Adem, "Bilmez olur muyum gurban olduğum, Ben Hagi’ye sitem edip bağırdıydım, İmdat hoca benim dediğimin aynısını kitaba yazmış!?" diyerek cevap verir (Avşar, 2012: 26).
Yazar, yayımladığı hikâyelerin hepsini önce yaşamıştır. Burada akıllara Alisdar Mac-Intyre’nin "Hikâyeler anlatılmadan önce yaşanır." (Sağlık, 2014: 25) cümlesi gelir. Avşar, inceleme kapsamımıza giren bütün hikâyelerini kâğıda dökmeden önce yaşamış ve yaşadıklarını bütün gerçekliğiyle, idealleştirmeden, müdahale etmeden yazmıştır. Kendisiyle yapılan bir röportajda "Karabağ Kaçkınları" isimli hikâyesinin ‘gerçek hayattaki hikâyesini’ anlatan yazar, hikâyede baba konumunda olan kişinin gerçek hayatta cenazesine katıldığını, tabutuna omuz verdiğini dile getirir (Pervin, 2013: 33). O, hayal mahsulü, tamamen itibarî hikâyeler de kaleme almasına rağmen, bu hikâyeler ve hikâyedeki kişiler ona yakın gelmedikleri için bunları yayımlamaz (Pervin, 2013: 32).
Söz konusu hikâyeler daima köyü ve kasabayı anlatır. Kendisi de bir köy çocuğu olan yazar, doğup büyüdüğü Sarıömerli (Kırşehir/Kaman) köyünden ancak ortaokul, lise ve üniversite eğitimini sürdürmek için mecburi olarak ayrılır. Eğitimini tamamlayıp öğretmen olarak atanan Avşar, mesleğini Malatya, Erzurum, Iğdır gibi illerin köy ve kasabalarında, daha çok kırsal olarak nitelendirilen bölgelerde yapar. Yaşanarak gözlemlenen bu köy ve kasaba, Avşar hikâyelerinin haritasını oluşturur.
Avşar’ın hikâyelerinde köy, kasaba ve kır hayatı sıcaklığın, samimiyetin ve güvenin; şehir ise bunun tam tersine soğukluk, gurbet ve korkunun sembolüdür. Bu bakımdan mekân olarak şehrin geçtiği hikâyelerde şehir olumsuzlanır. Yazarın bu konudaki tutumu Rousseau-vâridir. İnceleme kısmında zikredeceğimiz "Dolu Vurgunu"nun yanı sıra "Şah Kartal" isimli hikâye şehrin yazar nazarındaki pozisyonunu gösterir niteliktedir: "Şehir içinden buharlar fışkıran bir dev kazanıydı. O kazanda binlerce insan gönüllü kaynıyorduk." "Dik yamaçlı, sarp kayalı vadilerden bir sel olup akmak geçti içimden ama şehir bir heyelan olup indi önüme." "Bir dağa tırmanıp bacalarından kir kusan şehri ayaklar altına almak isteği göğsümün duvarlarına çarpıyordu durmadan." (SR., s. 231, 232)
Yazarın hikâyelerde yer verdiği kişilerin neredeyse tamamı felek ile dertli, feleğin sillesini yemiş, felekten şikâyetçi kimselerdir. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta, bu kişilerin hayattaki pozisyonlarına ve başlarına gelenlere rağmen isyan etmemeleridir. Yağmurdan dolayı önce kerpiçten evi yıkılan, sonra da tarlasını su basan Haydar, yaratıcıya seslenirken yine de isyana yönelmez: "Hatıra mı değdik, bir tek gönül mü yıktık, bir bildiğin var zahir gurban olduğum!" (SR., s. 133)
Şaban Sağlık, insanı ve memleketi tanımanın hikâye yazmanın ön şartı olduğunu düşünür (Sağlık, 2014: 240). Avşar, memleketi, yani Anadolu’yu kitaplardan öğrenmez. O, bozkırın içinde doğar, yine bozkırda büyür. Öğretmenlik ve müfettişlik yaptığı yıllarda da taşradaki köylerde ve şehirlerde çalışır. Bozkırı anlatan hikâyeler yazmak için kırk yıl boyunca bozkır ve bozkır insanını gözlemler, tanır. Dolayısıyla onun yakaladığı başarıda, tanıdığı coğrafyayı ve içlerinden çıktığı insanları –en iyi bildiklerini– anlatmasının rolü büyüktür.
Şimdiye kadarÇiğdemleri Solan BozkırveSoğuk Rüyaolmak üzere toplamda iki hikâye kitabı yayımlanan İmdat Avşar, hâlen yazmaya devam etmektedir. Anılan kitaplarda yer alan otuz hikâye incelendiğinde yazarın çocuklara ve çocukluğa ayrı bir önem verdiği görülmektedir. Gerçekçiliğin daima eğitici bir rol de taşıdığı düşünüldüğünde, yazarın çocuklara ve çocukluğa verdiği önem anlaşılmaktadır. Öğretmenlik mesleği dolayısıyla fazlaca çocukla karşılaşan Avşar, memleketin durumunu anlatırken daha masum ve yerli olan çocuğu bu nedenle tercih eder. Çalışmanın bundan sonraki kısmında hikâyelerde yer alan çocuklar değerlendirilecektir.
B. İmdat Avşar’ın Hikâyelerinde Çocuklar
Avşar’ın hikâyelerine bakıldığında çocukların oldukça geniş bir yer kapladığı görülür. Yazar, gerek kendi çocukluğuna gerek memleketi Kırşehir’deki abdalların çocuklarına gerek öğretmenlik ve müfettişlik yıllarında yakından gözlemlediği okul çocuklarına hikâyelerinde sıklıkla yer verir.
Hikâyelerde yer alan çocukları biz "Demografik Biçimlendirme Olarak Çocuklar", "Sosyo-Ekonomik Biçimlendirme Ekseninde Çocuklar", "Fiziki Kusura Sahip Çocuklar", "Otobiyografik Öz Taşıyan Hikâyeler ve Çocukluk", "Figüratif Pozisyondaki Çocuklar" olmak üzere beş başlık altında ele alacağız.
B.1. Demografik Biçimlendirme Olarak Çocuklar
B.1.1 Abdal Çocukları
Otuz hikâyesinin sekizinde abdallara yer veren Avşar, bu hikâyelerin dördünde abdalları çocuklarıyla birlikte sunar. Hikâyelerde yer alan abdalların fakir; ama zenginlikte, malda-mülkte gözü olmayan bir hayat anlayışı içerisinde oldukları görülür. Onlar, hayatlarını idame ettirebilmek için yeterli geliri elde etmek amacıyla bu işi yaparlar. Onlara babadan mal-mülk, para-pul kalmaz; yalnızca babalarının mesleği kalır. "Yağmur" isimli hikâyede yağmurdan dolayı kerpiçten evi yıkılan Haydar, koşarak yıkılan eve koşar ve duvarda asılı duran kemanını alır. Arkadaşı Veysel Usta ona "Bunun için mi gittin?" diye sorunca Haydar, "Baba yadigârı…" diyerek cevap verir. Bunun üzerine Veysel Usta’nın vermiş olduğu yanıt manidardır: "Başka ne galır bize babadan? Ya davul, ya zurna, ya da saz, keman… Mal mülk galacak deel ya!" (SR., s. 129)
"Şehnaz Hanım Koleji"nde Davulcu Mansur Usta’nın ağzından çıkan sözler de abdallığın babadan oğla geçerliğini örnekler niteliktedir: "Ne olacak ağam! Sıçandan doğan kendir keser, bu abdal oğlu, dosta düşmana karşı okuyup da öğretmen olacak deal ya!" (SR., s. 61)
"Evin Yıkılsın Haci" isimli hikâyede Davulcu Âdem ile oğlu Güççük Bekteş, bir kahveye Galatasaray’ın Avrupa Ligi’nde yapacağı bir maç esnasında davul zurna çalmaları için çağırılırlar. Bu maç, vaka zamanından on beş gün evvel oynanan ve 2-2 sonuçlanan maçın rövanşıdır. Âdem ve oğlu Bekteş’in hikâyede "göo binlik" olarak anılan bahşişi alabilmeleri, para kazanabilmeleri için Galatasaray’ın gol atması gerekmektedir.
Maçın son dakikalarında Galatasaray’ın oyuncusu Hagi’nin direkten dönen şutu onları heyecanlandırsa da maç 0-0 berabere biter. Baba ve oğul evlerine umutları kırık olarak dönerler. Maç boyu Davulcu Âdem’in maçtaki oyuncuları, hakemi ve hadiseleri kendince yorumlaması mizahî bir hava yaratsa da, maçın 0-0 berabere bitmesi mizahî havayı da sıfıra indirerek yerini hüzne bırakır. Zira, Galatasaray’ın gol atamaması, Âdem ve Bekteş için yokluk demektir. Maçın başında bir umutla "Haciiii! Evdeki uşaklar, benim davuldan önce senin ayağına bakıyo. Gurban oluyum bu gâvurlarınan anca sen başa çıkan… En az iki gol bekliyom haaa!" (ÇSB., s. 20) diyen Âdem, maç sonunda Hagi’ye sitem eder: "Evin yıkılsın Haciiiiiii! Ekmeeminen oynadın!" (ÇSB., s. 23) Âdem’in hikâye sonundaki avuntusu "Olsun, heç olmazsa sıcak bir sandalle gördük, iki bardak çay içtik oğlum." (ÇSB., s. 23) şeklindedir.
Söz konusu hikâyede abdal çocuğu olarak, Davulcu Âdem’in oğulları Güççük Bekteş ve Cesur görülür. Güççük Bekteş ve Cesur’un babası Âdem de, bir abdalın, Kör Bekteş’in oğludur. Kör Bekteş, torunlarına hem davul zurnayı hem de hayatı öğretir. Abdalın ağaya boyun eğmesi gerektiğini, onların ağalara hizmet için var olduklarını, ne yiyip içerlerse onlardan geldiğini, onlar ne verirse şükretmelerini, ağalar düğünlerde söver sayarlarsa duymamalarını, döverlerse elsiz-ayaksız olmalarını öğütler.
Hikâyeden anlaşılana göre Cesur, henüz düğünlerde ve diğer özel günlerde babasıyla davul-zurna veya başka bir müzik aleti çalabilecek yaşta değildir. O, henüz dedesi Kör Bekteş’in dizinin dibinde pişmektedir. Güççük Bekteş ise babasının çağırıldığı yerlere babasıyla birlikte gitmekte, küçük yaşına rağmen evinin geçim derdine ortak olmaktadır. O, Galatasaray maçının olduğu gün kahveye babasıyla birlikte gider; davul çalan babasına, çalmasını dedesinden öğrendiği zurnasıyla eşlik eder. Hikâyenin sonunda ise babasıyla, sıcak bir sandalye görmenin ve iki bardak çay içmenin avuntusu eşliğinde eve döner.
"Muhterem" isimli hikâyede Zurnacı Bağrıyanık’ın oğlu Muhterem’in taşraya yabancı, merkezi temsil eden bir müzik öğretmeni yüzünden okulu bırakışı anlatılır. Anlatıcı-yazar (Anlatıcı, yazarın bir taklidi olup, yazarın kendisi olmasa da (bk. Şaban Sağlık,Hikâye/Anlatı/Yorum, s. 152) bu durum İmdat Avşar’ın hikâyeleri için geçerli değildir. Zira Avşar, hikâyelerini yaşanmışlıklar üzerine kurgularken, önceliği kendi yaşadıklarına vermiştir. İnceleme kapsamına aldığımız otuz hikâyenin on beşinde bizzat hikâye kişileri içerisinde bulunan ve birinci tekil şahsın bakış açısıyla hikâyeleri anlatan, Avşar’ın kendisidir. Bu durumdan dolayı biz çalışmamız dâhilinde anlatıcı ve yazarı eşdeğer görüp ‘anlatıcı-yazar’ şeklinde anacağız.) Muhterem ve diğer köy çocukları, köylerinde ortaokul olmadığı için ilçede, Kaman Ortaokulu’nda okumaktadırlar. Okula Nusret Hoca isminde, merhamet yoksunu, hâl bilmez bir müzik öğretmeni gelir; öğrencilerden flüt ve müzik defteri ister. Daha önce müzik derslerine Türkçe öğretmeni Yaşar Hoca giren ve bu dersleri türkü söyleyerek geçiren öğrenciler yoksulluk içinde bocalasalar da yeni öğretmenin korkusundan flüt ve müzik defterini alırlar.
Nusret Hoca gelmeden önce müzik derslerinde söylediği türkülerle en başarılı öğrenci olan Muhterem için yeni müzik öğretmeni bir kâbus olur. Nusret Hoca, bir gün sınıfta Muhterem’i tahtaya kaldırır. Önce flütünün olup olmadığını sorar, olmadığını öğrenince ona, yabancısı olduğu "Mavi Bilye" isimli şarkıyı söylemesini ister. İstenen şarkıyı Muhterem, bir bozlağa asılır gibi seslendirince Nusret Hoca sinirlenir ve sınıftan birinin flütünü eline tutuşturup çalmasını ister. Babası gibi zurnacı olan Muhterem, zurnayı maharetle çalmasına rağmen yabancısı olduğu flütü hiç çalamaz. O, "Hocam zurna…" derken lafını tamamlayamaz, Nusret Hoca elindeki flütle onun kafasına, gözüne vurmaya başlar. Flüt Muhterem’in başında kırılınca bu sefer tokatlamaya başlar. Bu olay üzerine Muhterem, okulu bırakır. Sonrasında hem hamallık hem de baba mesleği olan zurnacılık yapar.
Hikâyenin sonunda Atatürk’ün ilçeye gelişinin yıldönümü münasebetiyle bir tören düzenlenir. Törende karşılama havası çalması için de Muhterem ve babası görevlendirilir. Derste flüt çalamayan Muhterem’in zurna çalmadaki becerisi Nusret Hoca’yı şaşırtır, hikâye bu şekilde sonlanırken, karşımızda özgürlüğünden memnun, zurnasını aşk ile çalan bir Muhterem vardır.
Muhterem, küçük yaşına rağmen abdallığın bütün garipliğini bünyesinde taşır. O, Zurnacı Bağrıyanık gibi meşhur bir zurnacının oğlu olup; babası gibi zurna çalmakta, babadan oğula geçen bu geleneği sürdürmektedir. Henüz ortaokul çağlarında bir çocuk olmasına rağmen, hayatın zorluklarıyla erken karşılaşan bu ‘çocuk abdal’, evin yükümlülüğünü babasıyla birlikte sırtlamaktadır.
Hikâyede o, fiziki olarak kara yağız, kavruk tenli, uzun boylu, tombul yanaklı, kara gözlü, yüzünde yetişkin bir adamın hatları olan biri olarak tarif edilir. Onun, duruşu, oturuşu-kalkışı akranlarına göre farklıdır. Yaşıtlarına göre bedenen iri ve kuvvetli olan Muhterem, ruhen de güçlü olduğunu davranışlarıyla sergiler. Yokluğun dilinden anlamayan hocalar tarafından mazeretleri dinlenmeyen, dinlense de umursanmayan Muhterem; bazen kesemediği bıyıkları, bazen eksik olan araç-gereçleri, bazen de istemeden çiğnediği yasaklar yüzünden sürekli olarak hocalardan dayak yer. Yediği dayaklara ağlayan, boyun büken, hayata küsen bir ‘ana kuzusu’ değildir Muhterem: "Her pazartesi; ‘pat, pat’ iki tokat inerdi tombul yanaklarına. Hiç sarsılmazdı; umursamazdı. Elini bile siper etmezdi yüzüne. Suratını azdırır, hazır ol vaziyetinde bekler, tokadını yer, sakince sırasına geçerdi." (ÇSB., s. 30)
Muhterem, sevdasında da olgundur. Üst sınıftan bir kıza gizliden gizliye, uzaktan bir sevgi besler, bunu dillendirmez. Senelerin değil de yaşadıklarının, küçük yaşına rağmen biriktirdiklerinin kattığı bir vakar vardır onda.
Tek başına bir sefalet tablosudur Muhterem. Jileti olmadığı için tıraş olmaz, gömleği olmadığı için –yasak olmasına rağmen– boğazlı kazak giyer, annesi olmadığı için giydiği ceket yırtıktır. Bir öğrenci olmasına rağmen, öğrenci için gerekli olan kalem, defter, kitap, eşofman, flüt gibi araç ve gereçlere sahip değildir.
Derslerinde de başarılı bir öğrenci değildir Muhterem. Abdal çocuğu olduğunu bilen, babasını tanıyan bazı hocalar sınavlarda etrafına bakmasına müsaade edip sınıfı geçmesi için yüksek not verirse de ilçe dışından gelen hocalar aynı anlayışı göstermez ona. O, Nusret Hoca gelene kadar müzik dersinde, söylediği türkülerle sınıfta en başarılı öğrenci olmasına karşın, Türkçe dersi haricinde diğer sözlülerin hepsinden ‘bir’ alır.
"Bahri Usta" isimli hikâyede Bahri Usta ve oğlu Tufan, bir düğünde "gayın alayı"nı karşılamak üzere davulcu ve zurnacı abdallarla beraber saz çalmaları için oğlan evince çağırılırlar. Kayın alayının başında bulunan Deli Osman, oğlan evine geldiğinde ortalığı birbirine karıştırdıktan sonra, saz ekibinde bulunan Bahri Usta ve Tufan’dan Orhan Gencebay’ın "Ayşem" isimli şarkısını çalıp söylemelerini ister. Baba da oğul da bu parçayı bilmese de Osman, bunu çalacaksınız diye diretir. Tufan, babasını çaresizlikten kurtarmak için "Ne Güzel Yakışmış Allar Ayşe’ye" türküsünü çalmayı teklif eder. Osman, sarhoşluğun da etkisiyle "Ayşe kime yakışmış ulaaaaan! O, sadece bana yakışır!" (ÇSB., s. 49) diyerek Tufan’ın yüzüne bir tokat atar. Araya kâhyanın girmesiyle Osman başka parçanın çalınmasına ikna olur. Bunun üzerine Tufan’ın söylediği türküyle hikâye sonlanır: "Bir yaratmış Allah tüm insanları / Ayrılık insanın sözünden olur. / Ayrı görme gel şu insanoğlunu / Her niyet kişinin özünden olur…" (ÇSB., s. 51)
Söz konusu hikâyede abdal çocuğu olarak Tufan yer alır. O, tıpkı babası Bahri Usta gibi, saz çalmakta; diğer abdal çocukları gibi baba mesleğini sürdürmekte; çocuk olmasına rağmen, sazıyla en zor havaları çalmaktadır. Ustalığı babası tarafından da bilinen Tufan’ın saza olan bağlılığı hikâyede şöyle geçer: "Bir çocuğun anasına sarıldığı gibi sarılırdı, kucağına sığmayan saza." (ÇSB., s. 44)
Babası Bahri Usta’nın daima yanında olan, onun saz çalışını dikkatle dinleyip, o susunca kendisi çalmaya başlayan Tufan; hikâyede Deli Osman tarafından hakir görülüp, yüzüne tokat yese de isyandan değil, itaatten yana olur: "Ayağının turabıyım, gurban oluyum bağışla ağam," (ÇSB., s. 50)
"Şehnaz Hanım Koleji" isimli hikâye; İstanbullu, zengin bir ailenin kızı olan Şehnaz Hanım isminde bir öğretmenin, Anadolu’ya yabancı olması sebebiyle bir abdal çocuğu olan Şeref’i yanlış anlaması üzerine kuruludur.
Şehnaz Hanım bir gün derste öğrencilere büyüdüklerinde ne olacaklarını sorar. Öğrenciler hemşire, inşaatçı, sıvacı, biçerci gibi cevaplar verirken Şeref, "Çalacağım öğretmenim!" (SR., s. 69) der. Bu cevaba sinirlenen Şehnaz Hanım, ona babasının mesleğini sorar. Şeref, babasının da çaldığını söyleyince Anadolu’ya ve abdallık geleneğine yabancı olan Şehnaz Hanım, çalmak fiilini hırsızlık manasında düşünür; çalmanın çok ayıp bir şey olduğunu dile getirir. Bir başka derste müdür, Şehnaz Hanım’dan ünite dergilerinin parasını toplamasını ister, Şehnaz Hanım da sınıfa duyurur. Ertesi gün herkes birer milyon getirse de Şeref, dergi parasını getiremediğini, babası çalınca getireceğini belirtir. Şehnaz Hanım çalmak kelimesini duyunca yine sinirlenir, "Çalmasın baban! Getirme! İstemiyorum!" (SR., s. 76) diyerek cevap verir.
Bir gün derste Şeref, okuma yaparken, sınıfa sırtında davuluyla Mansur Usta girer; cebinden bir milyon çıkarır; işlerin açıldığını, çalmaya başladığını ifade eder ve dergi parasını uzatır. Şehnaz Hanım’ın şaşkınlığıyla, Şeref’inse hocasının ayıp olarak nitelediği işi yapan babasından utanıp sıranın altında gizlenmesiyle hikâye sonlanır.
Davulcu Mansur Usta’nın oğlu olan Şeref, bu hikâyedeki abdal çocuğudur. "Esmer, kavruk tenli, cılız bir oğlan" (SR., s. 58) şeklinde tarif edilen Şeref, ilkokul birinci sınıftadır ve anlaşılan henüz babasının yanında enstrüman çalmaya başlamamıştır. O, okula gidiyor olsa da Bayram Hoca’nın "Büyüyünce ne olacaksın?" sorusuna "Dümbelekçiii!" (SR., s. 60) diyerek cevap verir. Yine Şehnaz Hanım’ın yönelttiği aynı soruyu ‘babam gibi’ çalacağım diyerek yanıtlar. Yaşının küçüklüğünden dolayı henüz davul çalmaya başlamayan Şeref’in, hedefi/olmak istediği şey babasının yapıyor olduğu meslek olan davulculuktur.
B.1.2. Türk Dünyası Çocukları
Türk Dünyası lehçelerinden Türkiye Türkçesine yaptığı aktarımlarla bilinen Avşar’ın hikâyelerinde Türk Dünyası’ndan sadece Azerbaycan Türkleri yer alır. Onların hikâye içerisinde Iğdır ve çevresinde, Aras Nehri’nin kıyısında yaşadıkları görülür. Yazar, onları hikâyelerine dilleriyle birlikte alır; Azerbaycan Türkçesi ile konuşturur. Azerbaycan Türkleri, inceleme kapsamına aldığımız otuz hikâyenin dördünde görülürken, bu dört hikâyenin ikisinin merkezinde çocuklar vardır. Bu başlık altında inceleyeceğimiz iki hikâyenin birisi trajikken, diğeri mizahîdir.
"Karabağ Kaçkınları" isimli hikâyede Karabağ’daki Ermeni vahşetinden bir kurtuluş umuduyla Türkiye’ye gelen; ancak Türkiye’de de yokluk ve kimsesizlik yüzünden tutunamayan, umduğu huzuru bulamayan Azerbaycan Türk’ü bir ailenin dramı anlatılır. Ailede baba tar çalarak, kız çocuğu ve anne utana utana dilenerek, erkek çocuğu ise yaşının kaldıramayacağı bir kapıcılık işine girerek aileyi ayakta tutmaya çalışsa da erkek çocuğunun kapıcılık işine girdiği gün elektrik çarpması sonucu ölümü aile için yıkım, hikâye için de son olur. Felaketten kaçıp felakete uğrayan bir ailedir söz konusu olan.
Hikâyede çocuk olarak Pünhane adında bir kız çocuğu ve abisi Seyfettin yer alır. Pünhane, on yaşlarındadır, yüzü yanmış bir vaziyettedir. Hikâyede annesiyle birlikte dilenirken görülür. Annesi, anlatıcı-yazardan "Oğul, Garabağ gaçgınıyık, bir kömek eyle!" (SR., s. 38) diyerek yardım isterken yüzünü annesinin eteğine gömer, ürkek bir tavır sergiler. Onun ürkek tavrının arka planı, anlatıcı-yazarın Pünhane’ye hitaben yaptığı iç diyalog esnasında anlaşılır:
Pünhane! Gözlerin ne renkti senin? Ya ellerin, ellerin? O küçük ayaklarınla mı kaçtın kurşunların, bombaların önünden? O küçük adımlarınla mı aştın dağları? Üşümedin mi Pünhane? Üşümedin mi? Yüzün niye çocuk yüzü değil, niçin bu kadar yanmış? Bombaların, kurşunların sesini duydu mu kulakların? Ya gözlerin, gözlerin ne renkti Pünhane? Akan kanı gördü mü o gözlerin? Kanlar sıçradı mı evinizin duvarlarına? Kanlar? Duvarların dibinde ağlayıp kaldın mı hiç? Bir ceylan gibi korkulu gözlerle kan içen sırtlanlara baktın mı? O zaman kaç yaşındaydın Pünhane? Okula gidiyor muydun? Ya kalemin, defterin, boyaların? Çizgi oynarken mi, tek ayağının üstünde sekerken mi düştü bombalar? Arkadaşların, arkadaşların öldü mü hiç Pünhane? Kana battı mı oyuncakların? (SR., s. 38-39)
Seyfettin ise henüz hayatının baharında, on beş on altı yaşlarında bir çocuktur. Fiziki olarak "ince, kara kuru bir genç" olarak tarif edilir. Ayağındaki ayakkabının biri siyah, biri kahverengidir. Hayatın onları getirdiği nokta ve ailesinin içinde bulunduğu durum onu zor, yükünü kaldıramayacağı bir işte çalışmaya mecbur kılmıştır. Yaşı küçüktür, fiziki olarak cılızdır; ama yokluğun mazeret dinlemeyeceğini bilen Seyfettin "Men bacararam abi!" diyerek kapıcılık işine girmiştir. İşe girdiği gün ise kalorifer kazanını yakmak için indiği kalorifer dairesinde elektrik çarpması sonucu önce sağ yanı felç olmuş, hastaneye kaldırılınca da ölmüştür.
"İçinden Söven Çocuk" isimli hikâyede anlatıcı-yazar, teftiş heyetiyle beraber bir kasabadaki okulu müfettiş sıfatıyla denetlemeye gider. Kasabada yaşayanlar, dolayısıyla okuldaki öğrenciler Azerbaycan Türk’üdür. Okulda tesadüfen karşılaştığı, liseden sınıf arkadaşı olan Ayla Hanım, anlatıcı-yazarın, kendi sınıfı olan 2/A’ya gelmesini ister. Konu, sınıfta uyulması gereken kurallardır. Anlatıcı-yazar, sınıfta uyulması gereken kuralları sorunca bütün öğrenciler, aslında yaptıkları şeyleri bir bir yapmamalıyız, etmemeliyiz şeklinde sıralarlar. En son Mir Ali (Mireli) söz hakkı ister; susar ve sonrasında Azerbaycan Türkçesi ile ve şiveli bir şekilde "Öyretmen bizi döyende, içimizden ona söymemeliyik!" (SR., s. 217) der. Hikâyeye mizah hâkimdir.
Mir Ali, okula bir yıl geç başlamış ve bir yıl da sınıfta kalmış olduğundan sınıfındaki diğer öğrencilere göre daha büyüktür. Dördüncü sınıf olması gerekirken sene kayıplarından dolayı birinci sınıftadır. Sınıfta arka sırada oturuyordur ve gözlerinin içi gülüyordur. Gerçek adı Mir Ali’dir, ama çevresinde ona Mireli olarak seslenilmektedir. Okuması iyi durumda değildir. Öğretmenden dayak yediğinde, öğretmenine sövdüğü konusunda kendisini ele verecek kadar saf bir çocuktur.
B.2. Sosyo-Ekonomik Biçimlendirme Ekseninde Çocuklar
B.2.1. Yatılı Okul Çocukları
İnceleme kapsamımızdaki hikâyelerin yalnızca bir tanesinde, "Soğuk Rüya"da yatılı okul çocukları konu edinilir. Bu hikâyede, kimi maddi imkânsızlıklardan kimi köylerinde okul bulunmamasından kimi anne-babasının olmayışından daha küçük yaşta ailelerinden ayrılan çocukların içinde bulunduğu durumu, yaşadığı korkuyu, çektiği memleket ve aile hasretini çocuk duyarlılığıyla anlatır İmdat Avşar.
Avşar, yatılı okuldaki çocukların pozisyonunu hikâyede Mir Seyit özelinde, ona hitaben yaptığı bir iç diyalog esnasında anlatır:
Alışacaksın Mir Seyit! Önce soğuk yataklara girecek, anasız uykulara dalacak ve korkulu düşler göreceksin. Bazen altını ıslatacaksın, vücudunun sıcaklığıyla kurutacaksın çamaşırlarını. Derste ekşi ekşi kokacak bedenin. Nazan Öğretmen seni tecrit edecek sınıftan, koğuşa gönderecek. Kendin yıkayacaksın çamaşırlarını, yani soğuk suya daldırıp çıkaracak, sıkıp sereceksin ranzanın demirlerine ya da kalorifer peteklerine. Bazen sevdiğin bir yemeğin tadı kalacak damağında, doymayacaksın. Biraz daha yemek isteyeceksin, yemek bitmiş olacak, vermeyecekler. Bazen boğazına dizilecek, yutamayacaksın lokmaları. Bir parça kuru ekmeği geveleyerek çıkacaksın yemekhaneden. Hastalanacaksın. Doktorsuz, hemşiresiz, kapısında revir yazan odada yatacaksın. Hangi ilacı ne zaman alacağını bilmeden yutacaksın hapları. Ciğerlerin sökülecek, öksüreceksin. Uykuların bölünecek zil sesleriyle, ürpererek uyanacaksın alaca karanlıklarda. Telaşlı, tedirgin koşuşturacaksın. Kar kapatacak tüm yolları, hafta sonları görüşüne gelemeyecek annen, duvarların dibinde boynu bükülü kalacaksın. Baban olsa gelirdi. Baban hiç gelmeyecek Mir Seyit. Yetimliğe alışacaksın. (SR., s. 26)
Yazar, yatılı okulu yarı açık bir cezaevine, çocukları birer mahkûma, öğretmenleri gardiyana, kırk dakikalık dersleriyse hücre hapsine benzetir. Beş günlük talimden sonra ailelerinin gelip çocuklarını görmelerini ise açık görüş günleri olarak değerlendirir: "Belki biraz sonra, bu koridorlarda, mazgallardan ellerini, başlarını uzatacak mahkûmlar. Mazgalların kapağını, parmaklıklara vurarak bağıracaklar, bir isyan başlayacak ve sesler birbirine karışacak: ‘Annelerimizi istiyoruz!’ ‘Burada okumak istemiyoruz!’" (SR., s. 17)
Avşar’ın söz konusu hikâyede anlattığı yatılı okulda öğrencilerin kahvaltı menüsü şu şekildedir: "Çürük zeytin, ekşi peynir, metal bardakta soğumuş bir çay ve önceki günden kalma kuru ekmekler…" (SR., s. 16)
Hikâyede yatılı okula yeni gelen çocukların karanlıktan korktuğu, tek yatamadığı görülür. Hikâye içerisinde nöbetçi öğretmen konumunda bulunan özne anlatıcı, çocukların yattığı koğuşları kontrol ederken bir ranzayı boş görür. Ranzasında bulunmayan çocuğun bir başka ranzada, kendisinden bir iki yaş büyük bir çocuğun koynuna sokularak ve bir elinden tutarak uyuduğuna rast gelir (SR., s. 18).
Hikâyenin giriş kısmında yer alan tasvirler, okuyucunun hayal perdesinde küçük bir korku filmi sahneler. Mekânın sessizliğinin, karanlığının; zil sesinin, beton duvarların, gri ve soğuk demirli ranzaların, loş koridorların delalet ettiği manaları Avşar bir yetişkin bakışıyla değil; çocuk gözü ve dikkatiyle verir. Anlatıcı-yazar, hikâyede bir öğretmendir; fakat onun içindeki çocuk, görev yaptığı yatılı okuldaki çocuklardan farklı değildir: "Boş, sessiz koridorda yankılanan ayak seslerim, mum ışığındaki eşyaların gölgesi gibi uzuyor, büyüyor. ‘Tak tak…’ topuk seslerim çoğalıyor karanlıkta. Vehme kapılıyorum, sanki devler geliyor arkamdan. Ve birden dönüp arkama bakıyorum. Kimsecikler yok…" (SR., s. 15)
"Soğuk Rüya"da köyündeki okul teröristler tarafından yakılan, bu sebeple yatılı okula gitmek zorunda kalan Mir Seyit’in hikâyesi anlatılır. Mir Seyit, ilk zamanlar, geceleri annesini ve köyünü özleyerek ağlar. Öğretmeni olan anlatıcı-yazarın onunla ilgilenmesi, onu hayalen de olsa köyüne götürmesi, köyünde gezdirmesi Mir Seyit’i bir parça avutsa, bir zaman oyalasa da; o, bir pazar günü özlemine yenik düşerek, okulun pansiyonundan köyüne gitmek amacıyla kaçar. Köyünün önündeki dağa (Tekelti) tırmanır; ancak bu dağı aşamadan, donarak ölür.
Mir Seyit, yaşıtlarına göre iri, kuvvetli, yapılı bir köy çocuğudur. İlkokul üçüncü sınıftadır. Anlatıcı-yazar onunla karşılaştığında yatılı okula geleli henüz dört gün olmuştur. Annesini ve köyü Aşağı Civanlı’yı daha o vakit özlemiş durumdadır. Teröristler okuduğu okulu yakmış, öğretmenini ve babasını öldürmüştür. Hayalinde, babasının söz verip de alamadığı bisiklet vardır. Fiziki olarak güçlü bir dağ çocuğu olsa da, ruhen köyünün ve annesinin özlemine yenik düşecek bir zayıflıktadır ki bu zafiyet ölümüne neden olur.
B.2.2. Sokak Çocukları
Avşar, sokak çocuklarını "Dondurmacı" adlı hikâyesinde konu edinir. Bu hikâyede, kâğıt ve teneke toplayarak geçim derdini çocuk yaşta omuzlarına yüklenmiş bir erkek ve bir kız çocuğun, iki kız kardeşin; sıcak bir yaz günü, yol üzerinde bir dondurmacıyı görmeleri ve önüne dikilmeleri anlatılır. Dondurmacı merhametsiz bir tiptir; oğlan, dondurmacıdan dondurma istediğinde adam ona elindeki çubukla vurur ve onu kovar. Çocuk, gitmemekte ısrarcı olur; kimi müşteriden dondurma almasını ister kimi müşterinin çocuğunun elinden külahını kapar. En sonunda dondurmacı, müşterilerini kaçıran bu çocuğun üzerine elindeki çubukla yürür; korkuyla caddeye fırlayan çocuğa araba çarpar. Sonrasında çocuk, kız kardeşiyle birlikte ayağı aksak bir vaziyette oradan uzaklaşır.
Söz konusu hikâyede iki kardeşten erkek olanın ismi Sinan’dır. İri ve siyah gözleri olduğu belirtilen Sinan’ın ayakları çıplak ve kir-pas içindedir. Üzerinde ise rengi soluk, bedeninden kat kat büyük, dizlerine kadar sarkan bir tişört vardır. O, bir Temmuz günü ablasının gitmek konusundaki ısrarlarına rağmen dondurmacının önünde dikilmekte, yazın özellikle çocuklar için vazgeçilmez olan dondurmayı elde etmeden gitmemekte direnmektedir.
Sinan, çocuğuna dondurma olan kadından "Abla, bana da dondurma…" (SR., s. 201) diyerek dondurma ister. Kadın oralı bile olmaz. Bir ara kalabalıktan yararlanarak ayaklarının ucuna basarak dondurma tezgâhının içine baksa da dondurmacının demir çubuğu omzuna iner. Boynunu bükerek dondurmacıdan dondurma ister, "Defol!" sözü ile alır karşılığını. En sonunda bir kız çocuğunun elinden külahı kapar ve kaçar. O, koşarken dondurma yere düşer; Sinan’ın elinde boş bir külah kalır. Sonrasında yere düşen dondurmayı elindeki külaha almak için tekrar yaklaşır tezgâha. Bunu gören dondurmacı elindeki çubukla Sinan’ın üzerine yürür. Sinan, korkarak yola doğru fırlar ve araba çarpar.
El bebek gül bebek büyüyen, anne-babasına küçük bir naz ve mızmızlanmayla istediğini aldıran çocukların aksine Sinan’ın nazını çekecek; istediği ve yemek için can attığı dondurmayı ona alacak bir kimsesi yoktur. Çıplak ve pis ayaklarına rağmen, bir dondurma ile mutlu olacak kadar düşüktür onun sevinç eşiği. Yine de onu sevindirecek, merhametli bir kimse yoktur çevrede. Küçük yaşına rağmen, çocuk yüreğinin verdiği bir cesaret vardır onda. Karşısındaki acımasız, çocuk sevgisi nedir bilmeyen dondurmacıdan korkmaz, uzaklaşmaz oradan. O, çevresindeki insanlarca hoş gözle bakılmayan, hatta kimi zaman "Defol! Arsız oğlu arsız!" (SR., s. 205) şeklinde horlanan bir pozisyondadır.
Hikâyede Sinan’ın ablası olarak belirtilen kız çocuğunun ise ismi belirtilmez. Bu kız, on yaşlarındadır. Saçları günlerce taranmamış, yapağı bir hâldedir. Üzerinde bir etek vardır; fakat bu etek kardeşi Sinan’da olduğu gibi bedeninden oldukça büyüktür. Ayağında yırtık, naylon bir terlik vardır. Elinde büyük bir torba, torbada ise boş kola kutuları, katlanmış karton kutular bulunmaktadır. Yaşından ve ablalık vasfından dolayı kardeşi Sinan’a sürekli "Adi, gidelim Sinan, adi be!" (SR., s. 201) demekte, onu bulunulan yerden götürmek istemektedir. Hikâyede varlığı kardeşini gitmek konusunda ikna etmeye çalışmasından ibarettir.
B.3. Fiziki Kusura Sahip Çocuklar
Avşar’ın hikâyelerinde bedensel bakımdan kusurlu bir çocuğa yalnızca "Ağaçtan Atlar" isimli hikâyede yer verilir. Bu hikâyede, küçükken bir ala karga tarafından pençelenen, bu yüzden bir ayağı zayıf kalan İsmail’in üzerinden, engelli bir çocuğun yaşıtlarına nazaran nasıl geri planda kaldığı anlatılır. Okuldaki oyunlarda, beden eğitimi derslerinde hep arka planda, eksikliğiyle baş başa kalan İsmail, öğretmeninin bir gezi esnasında kurumuş söğüt dalından yaptığı ata da binemez. Ancak, hikâyenin sonuna gelindiğinde, büyüyen ve baba olan İsmail’in oğlunun ağaçtan ata binebildiği, koşabildiği görülür.
Bir ilkokul öğrencisi olan İsmail, okulda arkadaşlarının oynadığı oyunlara çoğunlukla müdahil edilmez: "Öğretmenim, beni oynatmıyorlar!" (ÇSB., s. 130) Arkadaşları onu oyunlarına dahil edince de onlara yetişemez, geride kalır: "O daha karşı kaleye varmadan diğerleri bu tarafa doğru koşuyor. Çırpınıyor, düşüyor, yekiniyor, kalkıyor, yine düşüyor İsmail. Düşüyor…" (ÇSB., s. 130)
O, her derste diğer çocuklarla eşit olsa da, beden eğitimi dersinde eksik ve yarımdır. Diğer öğrenciler beden eğitimi dersinin gelmesini iple çekerken, İsmail bu derste huzursuzdur. Eksikliğini bildiğinden, dışarı çıkmamak için "Resim yapalım öğretmenim." (ÇSB., s. 132) der; kendince çaresizliğine çare sunar.
Onu okul içerisinde, öğretmeninden başka anlayan, ona öğretmeninden başka yardımcı olan kimse yoktur. Beden eğitimi derslerinde onunla aynı takımda olur öğretmeni. Ona gol attırabilmek için bütün kuralları ihlal eder, itirazları kabul etmez. İsmail, beden eğitimi dersinde resim yapalım dediğinde, masal anlatır, çıkarmaz öğrencileri dışarıya. Gezi esnasında İsmail arkada, yalnız kalmasın diye kendisine de ağaçtan at yapıp, onun yanında durur.
Bir çocuk için en mutlu olunması gereken; koşup oynayarak, gülüp eğlenerek geçirilmesi gereken çocukluk çağı İsmail için sancılı ve mutsuz bir dönemdir. İlkokula giden bir çocuğun ders boyunca hayalini kurduğu ve sabırsızlıkla beklediği teneffüs vakti onun için hüzünden ibarettir. Arkadaşlarınca oyunlara alınmayıp dışarıda tutulurken koşamadığından dem vurulur, koşamaması çocuk ruhunun yüzüne bir tokat gibi vurulur. Koşan arkadaşlarının arkasından ağlar. Böyle böyle büyür İsmail, çocukluğunu ‘yarım’ ve ‘eksik’ yaşasa da…
B.4. Otobiyografik Öz Taşıyan Hikâyeler ve Çocukluk
Avşar, inceleme kapsamına aldığımız otuz hikâyenin on birinde kendi çocukluğuna yer verir. Bu hikâyelerde o, yeri gelir leitmotiv olarak sık sık tekrarladığı "beş çocuklu kerpiç ev"e, yeri gelir çocukluğunda çalıştığı kahveye, yeri gelir ortaokulu okuduğu okula gider ve okuyucuya çocukluğundan kesitler sunar. Avşar’ın hikâyelerine kendi çocukluğu, doğrudan ve dolaylı yoldan olmak üzere iki türlü yansır.
B.4.1. Avşar’ın Çocukluğunu ‘Doğrudan’ Yansıttığı Hikâyeler
Yazar, toplamda dört hikâyesinde kendi çocukluğuna doğrudan yer verirken; bu dört hikâyenin ikisinde çocukluğu üzerinden annesini, bütün saflığıyla beraber, bir mizah atmosferi içerisinde anlatır. Diğer iki hikâyede ise çocukluk yıllarının siyasi havasını, çocuk Avşar’ın gözüyle, dönemin uyandırdığı korku ve tekinsizlik duygusu ile birlikte yansıtır.
"Anamın Saatleri" isimli hikâyede anlatıcı-yazar, annesinin okuma-yazma bilmemesini, bundan dolayı saat ve tarih algısının bozkır dilinde olmasını kendi çocukluğu ekseninde mizahî bir dil ile anlatır: "Ana, ben ne zaman doğdum?" "Sen mi? Eee, harmana haciz geldiği sene." (SR., s. 152)
Babası hep dışarıda, evden uzakta olan anlatıcı-yazar, liseye başladığında okula geç kalmamak için annesinden kendisini belirli bir saatte (sabah 07.30) kaldırmasını ister. Ancak annesi saati bilmediğinden, onu çok defa vaktinden evvel, erkenden kaldırır: "İşte o günden sonra uykular haram oldu bana. (…) Haftanın beş gününe razıydım ama cumartesi, pazar günleri de başucuma dikiliyordu. Her gün, her sabah, tan yeri ağarmadan alıcı kuşlar gibi yorganımı pençesine takıp, beni silkeliyordu…" (SR., s. 155) O, bu durumu düzeltmek için annesine saati öğretmeye kalkar; önce rakamları, sonra da saat başı ve buçukları öğretir. Böylelikle anlatıcı-yazarın işi görülür. Annesi onu o vakitten sonra artık sabah yedi buçukta kaldırır.
"Anamın Yalın Hâli"nde anlatıcı-yazar, okul çağlarındadır. Bir gün eve geldiğinde annesi televizyonu açmasını ister. Televizyon açılınca annesinin hâlleri de ayrı ayrı tezahür eder. O, filmdeki oyunculara gerçek hayattaymış gibi davranır; kötü adamlara kızar, iyi adamları destekler. Spor haberlerindeki millî güreşçiyi cılız bulur. Afrika’dan kıtlık haberleri, hava durumu haberleri derken en son şehit haberi verilir, anlatıcı-yazar ve annesini matem havası sarar: "O askerler, anam, ben… Hepimiz aynı kurşunla vurulmuştuk." (SR., s. 171) Şehit haberlerine kadar hikâyeye mizah hâkimken, bu haberden sonra hikâye hüzünle sona erer. Şehit haberine dayanamayan annesi televizyonu kapatır, şehit olan erlerden birinin, elinde künye ile çırpınan eşinin ağzından bir ağıt yakar… Hikâyede merkezde olan anlatıcı-yazarın annesidir; ancak, vakit özne anlatıcının çocukluk vaktidir ve o, hikâyede çocuk hâliyle yer almaktadır.
"Dolu Vurgunu" adlı hikâyede anlatıcı-yazar çocukluk döneminin ilkokulu bitirip ortaokula başladığı evresini anlatır. O, ilkokulu bitirince ailesiyle birlikte şehre taşınırlar. Ancak şehir korkutucudur. Tarih olarak 12 Eylül dönemidir; şehirde sol-sağ kavgaları yoğun bir şekilde sürmektedir. Her gün ayrı ayrı olaylar olmaktadır. Çocuk duyarlığıyla tarafsız yorumlarda bulunan özne anlatıcı, bu ayrışmayı manasız bulur ve bir yere aidiyet duymaz.
Çocuk gözüyle nakledilen hikâyede şehrin yoğun bir şekilde olumsuzlandığı dikkat çeker. Zira çocuk Avşar’ın perspektifinde şehir, babasının gidip geri dönmediği, bünyesinde kanlı kavgaların yaşandığı, insanların birbirlerini öldürdüğü, korku dolu bir yerdir. Köyden gelen bir çocuk için fazlasıyla büyük, aynı zamanda tekinsiz bir mekândır. Bu sebeple hikâyeye baştan sona korku temi hâkimdir:
Şehir, bizim samanlık gibi karanlıktı, korkunçtu, içinde gümüş sakallı cinler de olmalıydı. Gece karanlığında, gözleri ay ışığıyla parlayan bir keçinin, hoyrat bakışlarıyla yanıma yaklaşmasından korktuğum gibi korkuyordum şehirden, belki de babam gibi kaybolmaktan, köyü yitirmekten korkuyordum." (SR., s. 176) "Şehir, kana batan kaldırımlar, barut kokan sokaklar, bağıran, haykıran duvarlar, kavga eden, savaşan kardeşlerdi. Fabrikalarda grevdi şehir, meydanlarda boykot, okullarda boş ders, koridorlarda kavga, dersliklerde cinayet, caddelerde cinnet geçirmiş kalabalıklar, parkaları, bıyıkları, saçları ve havaya kaldırdıkları yumruklarıyla konuşan ağabeylerdi. (SR., s. 184)
Köyde büyüyüp ilkokulu köyde okuyan çocuk Avşar, ortaokula gideceği vakit şehre taşındıklarında, kendisini bir kavganın ortasında bulur. Bir tarafta "Kahrolsun faşizm!" diyenler, diğer tarafta "Kahrolsun Komünizm!" diyenler vardır. Hikâye adını tam olarak buradan, Avşar’ın eşikte kalışından alır: "Yaylada doğar doğmaz doluya tutulan bir oğlak gibi çaresiz, dermansızdım. Doluya tutulmuştum, bir dolu vurgunuydu…" (SR., s. 182)
Hikâyede anlatılan süreçteki siyasi kavgaları, yetişkin Avşar değil; çocuk Avşar, olanca masumiyetiyle yorumlar: "Sınıf arkadaşım Erol, şehrin öte yakasında oturuyordu, biz onunla hiç dövüşmüyorduk. Büyüyünce, liseye gidince de dövüşmeyecektik. Keşke Erol’un ağabeyi ile benim ağabeyim de dövüşmeselerdi, bizim gibi güzelce okusalardı. Erol’a söyleseydim keşke, o da ağabeyine söyleseydi. Onun ağabeyi izin verse, benim ağabeyim de lisede okusaydı, anam ağlamasaydı…" (SR., s. 184)
Söz konusu hikâyede dikkat çeken bir diğer husus, özne anlatıcı konumundaki Avşar’ın beşinci sınıfa kadar nüfusta kaydının bulunmamasıdır. O, ancak diploma vesilesiyle nüfusa kayıt olur, nüfus cüzdanına sahip olur.
"Eylül Yangını"nda 12 Eylül askerî darbesinin hemen ardındaki süreci; kitap yasağı ve hanede kitap bulundurma korkusunu Avşar, kendi çocuk gözüyle ve şahitliğiyle nakleder. Anlatıcı-yazar ortaokul ikinci sınıfa başlamadan hemen önce, köyde oyun oynarken halası gelir, annesini çağırttırır. Halası, şehirde askerlerin kapı kapı gezdiğini, kimin evinde kitap bulurlarsa tutukladıklarını belirtir. Bunun üzerine önce evdeki kitaplar bir çuvala doldurulur, sonra da tandırda yakılır.
Köydeki evlerin hepsinin birbirine benzediğini, hepsinde kitap olarak yalnızca Kur’an’ın bulunduğunu belirten anlatıcı-yazar; kendi evlerinin diğer evlerden farklı olduğunu, içinde yüzlerce gazete, kitap bulunduğunu ifade eder. Bu kitapların içindeyse onun ilgisini en çok çeken şiir kitaplarıdır: "Şiire karşı öyle bir merakım vardı ki, ilk dizeyi okur okumaz, gözümü kapatır sonraki dizedeki kafiyeyi kendim bulmaya çalışırdım. Geceleri yatarken şiir kitaplarını gözümün önüne getirir, hayali sayfalarını başım ile çevire çevire ezberden okurdum. Ağabeyim, bazı geceler, ezberlediğim şiirlerden imtihan ederdi beni." (SR., s. 195)
Bir çocuk olarak Avşar, annesi ve halasının çuvala doldurduğu kitaplar içerisinden çok sevdiği şiir kitaplarını kurtarmaya çalışsa da hem annesi hem de halası tarafından azarlanır, kitapların yakılmasına mâni olamaz. Tandırda bir bir yanmaya başlayan kitaplarla, ‘eylül yangını’ başlar: "Bir yangın başlamıştı. Eylül yangın… Şairler, şiirler tutuştu önce, sonra destanları da sardı alevler. Kıvılcımlar tandırın tepesinden gökyüzüne doğru savruluyordu. Tandır, aç bir köpeğin havada ekmek kaptığı gibi, bibimin attığı dergileri, kitapları cehenneme dönen ağzı ile bir bir yutuyordu. Çuval boşaldıkça anam kaldırıp silkeliyor, dipte kalan kitaplar birer suçlu gibi tandırın önüne yığılıyordu." (SR., s. 196-197)
Yakılan kitaplar içerisinde Avşar’ın bazılarını ezbere bildiği şiir kitapları da bulunurken; dönemin meydana getirdiği korkunun ve kalıcı bir hatıra olarak sunduğu hüznün, yazarın hafızasında, uzun yıllar sonra bile unutulmayıp, yazıya dökülecek kadar derine işlediği dikkat çeker.
B.4.2. Avşar’ın Çocukluğunu ‘Dolaylı’ Yoldan Yansıttığı Hikâyeler
İmdat Avşar, inceleme kapsamına aldığımız hikâyelerin altısında çocukluğunu dolaylı olarak yansıtır. Bahsettiğimiz dolaylı yansıtım daha çok, anlatıcı-yazarın çocuklar veya üzerinde geçmiş hatıraları barındıran bir mekân üzerinden çağrışım yoluyla mazi koridorundan kendi çocukluğuna gitmesi, kendi çocukluğunun bir bölümünü anlatması şeklinde görülür.
"Soğuk Rüya"da, yatılı bir okulda öğretmen olan anlatıcı-yazar, gece nöbeti esnasında annesi mi ninesi mi ayırt edemediği yaşlı bir kadının elinden tutarak geçmişe, çocukluğuna, ‘duvarları kireç sıvalı beş çocuklu kerpiç ev’e gider. Bu evde abisi ona, şiirler okuyup masallar anlatıyordur. Ancak abisini çok seven Avşar, abisinin okumak için şehirdeki ‘yatılı okul’a gidişiyle hüzne boğulur: "‘Ağabeyim gitti! Ağabeyim gitti!’ diye yerlere yatıp ağlıyorum." (SR., s. 11)
Ağabeyi gidince yalnız kalan Avşar, gece gaz lambası söndüğünde, yer yatağına girerek yorganı başına kadar çeker. Sonra onun çocuk dünyasında bir dev gelir, "Kim uyudu, kim uyanıııık!?" diye sorar, bu devden korktuğu için uyumaz çocuk Avşar: "Uyusam, ses vermesem beni yiyecek o Dev. Sonra iri bir ağacı kökünden söküp dişlerini kurcalayacak. Dev’in dişleri arasından, kanlar içinde kollarım, bacaklarım dökülecek bir bir. Dev, dişlerini birbirine sürtüyor. Gök gürlüyor sanki ve yeniden soruyor: ‘Kim uyudu, kim uyanıııık!?’ Titreyerek, korkarak cevap veriyorum: ‘Ebe! Eller uyudu, bir ben uyanık…’ Homurdanarak gidiyor Dev." (SR., s. 12)
Daha önceleri geceleri ağabeyiyle birlikte uyuyan çocuk Avşar, onun şehre gidişinin ardından karanlıktan korkmaya, odadaki eşyaları gerçeküstü yaratıklarla ilişkilendirmeye başlar. Ağabeyin gidişi onu derinden etkiler: "Ağabeyimi arıyorum. Döşeğimin sağ yanında bir boşluk… Ellerimle yastığı yokluyorum, yüreğimi sarsan bir yalnızlık bulaşıyor ellerime. Karanlık gecelerde beni korkulardan azat eden o ses yok." (SR., s. 13) Onun için sevgi ve güvenin merkezi olan ağabeyden kopuş ve onu kaybediş Avşar’ın yaşadığı ilk kâbus olduğundan, onun çocuk ruhunda etkisi büyüktür (Z. Avşar, 2013: 13).
"Hamdi Kirve"de anlatıcı-yazar bir köyde ilkokul öğretmeniyken, hikâyedeki Bağdat isimli kız çocuğu üzerinden kendi çocukluğuna, ilkokul dördüncü sınıfta okuduğu döneme gider. Öğretmeni onun kulağını çekerek, okula bir daha önlüksüz gelmemesini söyler. Okuldan çıkıp, komşuda olan annesinin yanına giden çocuk Avşar, "önlüğüm yok" diyerek ağlar. Annesi "Eve git, akşam sana önlük alıp getireceğim" der ve akşama uzun ve soluk bir önlük getirir. Bu önlüğün etekleri çocuk Avşar’ın diz kapaklarına kadar inmektedir. Annesi ona bir kız önlüğü getirmiş, etek kısmını kesse de arkadaki düğmeleri onun bir kız önlüğü olduğu gerçeğini değiştirmemiştir. Okula kız önlüğü ile giden çocuk Avşar, arkadaşlarının ona gülmesiyle çocuk yüreğine yara almış; yıllar sonra, farklı zaman ve farklı mekânda aynı utancı yaşayan bir öğrencisi üzerinden, yarası tazelenmiştir.
"Dondurmacı"da dondurmacının, elindeki demir çubukla; ayaklarının ucuna basarak dondurma tezgâhının içine bakan Sinanchr("39")ın omzuna vurması üzerine, hikâyede dondurmacının yakınlarında bir boyacıya ayakkabılarını boyatan bir adam olarak yer alan Avşar, elini omzuna koyar, o çocuk onu kendi çocukluğuna götürür. (Genel olarak hikâyelerinin içinde bir hikâye kişisi olarak bulunan, anlatıcı olarak ise özne anlatıcıyı kullanmayı tercih eden Avşar, bu hikâyesinde tanrısal konumlu gözlemci anlatıcıyı seçmiş, hikâye içerisinde kendisini başka birini anlatıyormuş gibi anlatmıştır. İmdat Avşar, hikâyede dondurmacıya yakın bir yerde duran boyacıya ayakkabılarını boyatan, şık giyimli bir adam olarak yer almaktadır. Bu adamın İmdat Avşar’ın kendisi olduğu, onun tavırları ve hikâyedeki çocuğun omzundaki acıyı kendi omzunda hissetmesinden, bu çocukla kendisini özdeşleştirmesinden anlaşılmaktadır)
Çocuk Avşar, arkadaşlarıyla beraber köyde oynarken, renkli ve süslü at arabasıyla bir çerçi gelir. Çerçi, keçiboynuzu, leblebi, sormuk şekeri gibi çocukların ilgisini çeken öteberiler satmaktadır. Çocuk Avşar, arkadaşlarıyla birlikte bu çerçinin arkasına düşer. Çerçi, köyün ortasında bir yerinde bir kadından buğday almak için durduğunda, çocuk Avşar, bir fırsatını bulup elini sormuk şekerinin bulunduğu torbaya doğru uzatır. Çerçi kamçısını sallar; Avşar kaçarken, deri kamçı omzuna iner. Böylelikle hikâyedeki Sinan’ın acısıyla Avşar’ın acısı birleşir.
"Muhterem" isimli hikâyenin merkezinde Muhterem olsa da, onunla aynı sınıfta bulunan anlatıcı-yazar, bu hikâyede kendi çocukluğuna da değinir. Burada anlatıcı-yazar kendi temsilinde ilçede okuyan tüm köy çocuklarının yaşadıkları zorlukları anlatır, cümlelerini birinci çoğul şahıs eki ile kurar. O, köyünde ortaokul bulunmadığı için, ortaokulu ilçede, Kaman Ortaokulu’nda okumaktadır. Onun gibi köyden gelen arkadaşlarıyla birlikte, tek odalı, harabe bir kerpiç evde kalmakta; yemek, bulaşık işlerini yine arkadaşlarıyla birlikte görmektedir. Onun ve arkadaşlarının pozisyonu anneye duyulan özlem bakımından "Soğuk Rüya"daki yatılı okul çocuklarıyla aynıdır: "Köyden ilk ayrıldığımızda bir gariplik çökerdi üstümüze. Bazı geceler sessizce ağlar, analarımızın gelmesini beklerdik." (ÇSB., s. 25)
Avşar’ın ve diğer köy çocuklarının annesi çarşamba günleri ilçeye gelmekte, hem onlara bir haftalık erzak getirmekte hem de köyden getirdiklerini pazarda satmaktadır. Anneye duyulan hasret, haftanın bir günü, yalnızca çarşamba günleri dinmektedir: "Bir ana sıcaklığı sarardı bizi, üşütmezdi ayaz çarşamba sabahları." (ÇSB., s. 27) Hikâyede Avşar’ın ve diğer çocukların nazlarının annelerine geçtiği, isteklerini babalarına değil; annelerine ilettiği görülmektedir.
Söz konusu hikâyede, ilçede oturan çocukların arasından "sürünün içindeki yadırgı koyun gibi seçil"en Avşar ve diğer köy çocuklarının fakirlik ve perişanlıkları dikkat çeker:
Çoğumuz sefil, perişan köy çocuklarıydık. Değiştirmeye gömleğimiz, kazağımız olmazdı. Bazen yollar kapanız gelemezdi analarımız. Haftalarca aynı gömlekle giderdik okula. Yakalarımız kirden ışılardı. Ağabeylerimizden, amca çocuklarından kalma ceketlerin kolu ellerimizi yutar; cepleri dizkapaklarımıza kadar inerdi. Pantolonların beli düşer, elimizin biri, belimizde olurdu hep. Elimizin biriyle pantolonumuzun belini tuttuğumuzdan koşularda yenilirdik. Hoca birimizi tahtaya çıkarsa, resmimize bakar gülerdik. Hep bir şeylerimiz eksik olurdu. Yazılılarda çizgili kâğıt, başlık yazmak için kırmızı kalem, bekâr evinde yağ, teneke sobada tezek, çayımızda şeker… (ÇSB., s. 29)
"Ölümün En Güzeli"nde anlatıcı-yazar, çocukluğunda garson olarak çalıştığı, önünde salkım söğüt bulunan kahveye gider Başı kesilen, geriye sadece kökü kalan salkım söğüdün yanında durur. Bu ağaç, onu geçmişe, çocukluğuna götürür. Özne anlatıcı, bu kahvede yıllarca garsonluk, bir zaman da ocakçılık yapmıştır. Kahvenin karşısındaki sarı konakta oturan kızı içten içe sevmiş; onun isminin baş harfiyle, kendi isminin baş harfini kahvenin önündeki salkım söğüdün gövdesine kazımıştır: "O kızın gülüşü, serçelerin sesi kadar gerçekti ve bir yaz günü kadar sıcak…" (SR., s. 110)
Anlatıcı-yazar, söz konusu hikâyede kahvede çalıştığı yıllar ve bu yılların hatıralarına yer verirken, o zamanlar oldukça muzip ve geveze olduğu bilgisini de aktarır: "Çayları dağıtırken her masaya laf yetiştiriyor, her oyuna müdahale ediyor, çay bıraktığım her masayı karıştırıyordum." (SR., s. 112)
"Bizim Evin Kıblesi"nde anlatıcı-yazar çocukluğunun geçtiği, köydeki kerpiç eve gelir. Ev harabe hâldedir, sadece kıble duvarı denilen bir taş duvar ayakta kalmıştır. Mabeynin duvarındaki ocağın başına oturur, çağrışım yoluyla geçmişe, çocukluk zamanına gider. Ebesinin arkadaşı Vahide Ebe bir gün kendilerindeyken namaz kılmak ister ve namaza durur. Anlatıcı-yazar ona ters durduğunu söyleyince "Yanlışın var gadasını aldığım. Bizim evin gıblesi ocağa bakar…" (ÇSB., s. 153) der. Kıble kendi evinde ne taraftaysa bütün evlerde aynı taraf zanneden bir çocuk masumiyeti vardır onda.
B.5. Figüratif Pozisyondaki Çocuklar
Çok sayıda hikâyesinde çocuklara merkezî konumda yer vererek onlara geniş bir yer ayıran Avşar, inceleme kapsamına aldığımız hikâyelerin beş tanesinde çocuklara figüratif olarak da yer verir.
"Hamdi Kirve" isimli hikâyede anlatıcı-yazar, herkesçe deli olarak görülen, esasında saf ve temiz olan, Hamdi adında garip bir çobanın cana yakınlık ve masumiyetini anlatır. İlkokul öğretmeni olan anlatıcı-yazarın sınıfında Hamdi’nin kızı Bağdat da bulunur. Bir gün ders esnasında Hamdi bir elinde değnek, diğer elinde iki yumurta ile sınıfa gelir, anlatıcı-yazara uzatır yumurtaları. O, sınıfa girdiğinde sınıftaki bütün öğrenciler gülmeye başlar. Bunun üzerine Bağdat hıçkıra hıçkıra ağlar. Anlatıcı-yazar, sınıftaki öğrencileri dışarı çıkararak Bağdat’ı dinler. Babasına deli demeleri, ona gülüp onunla dalga geçmeleri Bağdat’ı üzdüğünden o, öğretmeninden babasının bir daha okula gelmemesini ister.
"Ayvaz Usta"da düğün mevsiminde zurnacılık, diğer zamanlarda ise sünnetçilik yapan bir abdal üzerinden abdallara veril(mey)en değer anlatılır. Hikâyede Ayvaz Usta’nın adıyla; ağlayan çocukların sustuğu, uyumayan çocukların uyuduğu görülür:
Çilpara gibi bir türlü uyumayan çocuklar, Ayvaz Usta’nın adını duyunca, yılan sokmuş gibi kıvrılır, efsunlanmış gibi uyurlar; ayağını yere vurup zırıl zırıl ağlayan çocuklar anında susuverirdi. Onun adını duyan erkek çocukların kasığından bir yarısı gümüş gibi parlayan, bir yarısı da kana belenmiş, soğuk, korkunç, keskin bir ustura, tarif edilemez bir acı bırakarak geçerdi. Bilirdi erkek çocuklar. Bilirdi, düğünlerde zurnayı inleten, o esmer, ince, eğri parmakların, bir gün usturayı kapıp canlarından bir parça koparacağını. (SR., s. 89)
Daha önce Ayvaz Usta’nın sünnet ettiği delikanlılar, Ayvaz Usta sokaktan geçerken küçük çocuklardan bir ikisini yakalayıp, pantolonlarını çıkarıp Ayvaz Usta’nın karşısına diktiği, Ayvaz Usta usturasını çıkarıp biraz korkuttuktan sonra onları bıraktığı, bu sebepten uzaktan Ayvaz Usta’nın geldiğini gören çocukların aceleyle evlerine kaçıştıkları görülür.
"Beyaz Bulut"ta deli mi yoksa veli mi olduğu bilinmeyen, kimsesiz, yaşlı bir adamın, her gün bisikletiyle mahalleleri dolaşıp çocuklara şeker dağıtması/yağdırması anlatılır. Hacı Dede mahalleden geçerken çocukların; oynadıkları oyunu sonraya erteledikleri, ebe olanı bağışladıkları, yakalananları salıverdikleri, "Hacı Dede geliyoooor!" (ÇSB., s. 141) diye bağırdıkları, dillerinde neşeli tekerlemelerle ("Hacı Dede beri bak! Kulağına deri tak!" ÇSB., s. 142) bisikletin arkasına takıldıkları; Hacı Dede, bisikletinden şeker savurduğunda kapabilmek için delice koşuştukları görülür.
"Bizim Evin Kıblesi"nde çocukların, komşunun ocağının başında lafa dalan anneleriyle evde bekleyen babaları arasında elçilik yaptıkları görülür: "Çoğu zaman babalarından bir ferman getirip okurdu çocuklar. Ocağın başında babalarının fermanını okuyan çocuklar, analarından bir karşı ferman alıp izleri üstü dönerlerdi. Çocuktan elçiler akşamüstleri analarından aldığı fermanı babalarına, babalarından aldıklarını da analarına okurlardı." (ÇSB., s. 150)
"Şehnaz Hanım Koleji"nde, ismi belirtilmeyen okulun bilgi yarışmalarında, proje, resim ve kompozisyon yarışmalarında sonuncu olurken, müzik yarışmalarında –müzik öğretmeni bulunmamasına rağmen– abdal çocukları sayesinde rakipsiz olduğu ve birinci geldiği anlatılır:
Kavruk yüzlü, yağız tenli uşaklar saz, keman, davul, zurna… Evde ne varsa kapıp gelirler. Bozlak, kırık hava, halay… O yanık sesleriyle bir türküye başladılar mı, karşımızda Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası bile duramaz. ‘Cürü’yü sallar, sarsar bizim uşaklar! ‘Cürü’ üyeleri, sazın göğsünde, vurulmuş bir serçe gibi çırpınan, perdelerde keklik gibi seken çatlak derili elleri, kemanın tellerinde ahenkle dolaşan küçücük parmakları, davulların gergin derisine yek ahenk inen çomakları, çocukların ciğerinden kopan nefes ile yanık yanık öten zurnaları görünce donup kalırlar ve ne kadar puan varsa bize verirler… (SR., s. 52)
C. Sonuç
Hikâyelerinde daima bozkırı anlatan yazar, bu tercihin sebebini kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle izah eder: "Şehirdeki hikâye malzemesi asla sarmıyor beni. Ben, bozkır ya da taşra gibi, sade, samimi, sıcak hikâyelerin peşindeyim." (Avşar, 2012: 24)
Bozkırdaki insanı birini birinden ayırt etmeden sunan Avşar hikâyelerinde Sünni de Alevi de, sosyalist de ülkücü de görülür. Görülür görülmesine; ancak, anlatıcı-yazar bütün hikâyelerde tarafsızlığını korur, birini diğerine üstün göstermez, pozisyon itibarıyla tam ortada yer alır. Şayet, onun bir tarafı varsa, bu, ancak ve ancak ‘insan’dır.
Okuyucu ile hikâyeleri arasındaki mesafeleri kaldıran yazar, kendisi de hikâyelerindeki kişiler ile arasındaki mesafeyi sıfıra indirgemiştir. Bu hikâyelerdeki çocukların üzüntüsünü Avşar, kendi içinde daha derinden yaşar, onların acısını içten hisseder, onlarla özdeşleşir. O, yeri gelir bir çobanın kızının acısını ("… herkesin ‘deli’ dediği saf, temiz, garip bir çobanın çocuğu olmanın verdiği acıyı ilk kez tadıyordum…" ÇSB., s. 88), yeri gelir ayağı sakat bir çocuğun acısını ("O daha yere düşmeden sıyrılır derim, o daha düşmeden acı çekerim…" ÇSB., s. 131), yeri gelir uyurken ranzasından başı sarkan bir çocuğun düşmemiş olmasına rağmen düşmüşçesine acısını duyar ("İkinci kat ranzadan düşmüş gibi acıyor şakağım, sızlıyor, zonkluyor… Çocuğun ranzadan sarkan başını tutup usulca yastığa yerleştiriyorum." SR., s. 19). Yeri gelir, on beş-on altı yaşlarında kapıcı olarak işe giren bir çocuğu yaşar içinde, onun yükü biner omuzlarına ("Birden kömür torbaları bindi sırtıma. Koca kovalarla, kazan dairesinden kül çıkarırken dizlerimin dermanı kesildi. Yığıldım kaldım bodrumun karanlık basamaklarında. Kazanı yakarken boğuldum isten, dumandan, azarladılar beni, kızdılar, sövdüler." SR., s. 41). Yeri gelir, bir dondurmacının sokak çocuğunun omzuna vurduğu demir çubuğu kendi omzunda hisseder ("Ayakkabısını boyatan adam, tabureye oturduğundan beri izlediği çocuğun omzuna inen bu darbeden sonra, kaşlarını iyice çatıyor. Demir çubuk, kendi omzuna inmiş gibi dişlerini sıkıyor ve birden elini omzuna götürüyor… SR., s. 202).
Nurullah Çetin, Avşar’ın hikâyelerinde yalnızca bir tipin, İmdat Avşar’ın var olduğunu düşünür: "Avşar, bütün hikâye kişilerinin bedenine girmiş, onların acısını kalbinde duyan bir ruhtur. Hikâye kişileriyle bu kadar özdeşleşebilen başka bir hikâyeci de görmedim." (Çetin, 2015: 6)
İmdat Avşar, her çocuk için yeri özel olan, anne-babadan sürekli istenilen, başkasında görünce imrenilen bisiklet ve dondurmayı iki hikâyesinde yokluğun diliyle sunmuştur. Bisikletin ve dondurmanın değerini/önemini, onlara sahip ve onlara ulaşabilen çocukların gözüyle değil, onlardan mahrum çocukların gözüyle yansıtmıştır.
Söz konusu hikâyelerdeki çocukları birleştiren bir nokta varsa, o da ‘gariplik’tir. Avşar’ın çocukları garip ve mahzundur. Kimi küçük yaşına rağmen evin geçim derdini yüklenmiş, elektrik çarpması sonucu ölmüştür; kimi yatılı okulda köyünün hasretine dayanamamış, kaçıp köyüne giderken donarak ölmüştür; kimine bir dondurma için araba çarpmıştır; kiminin çalamadığı flüt başında patlamış, öğretmeninden dayak yemiştir; kiminin yüzünde tokat patlamıştır; kiminin ayağı aksaktır; kimininse öğretmene vereceği dergi parası bile yoktur.
Yazarın hikâyelerinde yer verdiği çocukların hiçbirisinin mutlu olmadığı dikkatleri çeker. Bu çocuklardan çoğunun küçük yaşta geçim derdine düştüğü, bir işte çalıştığı, hayatın acımasız yüzüyle karşılaştığı görülür. Güççük Bekteş, Muhterem, Tufan, Sinan bunlardan biriyken, içlerinde hikâyesi en trajik olan Seyfettin’dir.
Anılan hikâyelerde çocuklar, yetişkinlerin merhamet sınavı olarak yer alırlar. "Soğuk Rüya"da Nazan Hanım, "Muhterem"de Nusret Hoca, "Dondurmacı"da dondurmacı bu sınavdan kalan isimlerdir.
Kimi zaman öğretmen olarak kimi zamansa müfettiş olarak okulda, çocuklarla iç içe bulunan Avşar, içinde bulunduğu okulu öğretmen ya da müfettiş nazarıyla değil, bir çocuk gözüyle görür. O, "Muhterem" isimli hikâyesinde sınıfı bir hapishaneye, müzik defterinin beş çizgisini ise parmaklıklara benzetirken (ÇSB., s. 33); "Soğuk Rüya" isimli hikâyede yatılı okulun pansiyonunu yarı kapalı cezaevine, çocukları mahkûma, öğretmenleri gardiyana benzetir; kırk dakikalık dersi ise hücre hapsi olarak görür (SR., s. 16).
Meslek itibarıyla bir öğretmen olan Avşar’ın çocuklara bakışı bir doktorun hastalara bakışı gibidir. Nasıl ki bir hastanın ağrısından ve sancısından en iyi, doktor anlar, onu iyi etmenin yolunu bilirse; Avşar da öğretmenlik mesleği dolayısıyla çocukları iyi tanımakta, dertlerini ve sıkıntılarını anlamakta, onları nasıl iyi edeceğini bilmektedir. Onun "Soğuk Rüya"da Mir Seyit’i hayalen de olsa köyüne götürmesi bundandır: "Bir dağ çocuğu Mir Seyit, onu uyutmak için bel vermez, medetsiz dağlara götürmek; sarı, mor çiçekli yaylalarda eğlemek; sarp kayalardan, asi derelerden geçirip kerpiç evli viran köylerde gezdirmek, iyice yormak gerekiyor." (SR., s. 22)
Sonuç olarak; İmdat Avşar, incelememize dâhil ettiğimiz otuz hikâyesinde Anadolu insanını bütün saflığı ve gerçekliğiyle anlatırken, Anadolu’nun fakir ve garip çocuklarına da ayrı bir önem vermiş, hikâyelerinde onlara geniş bir alan ayırmıştır. Kendisi de bir Anadolu çocuğu olan Avşar, bu hikâyelerde kendi çocukluğuna da yer vermiş; küçükken oynadığı oyunlarla, yaşadığı korkularla ve fakirliğiyle bu hikâyelerin bir ‘çocuk sakini’ olarak yerini almıştır.
Kaynaklar
Altan, M. (2013). "Anadolu Benim İçimden Geçen Bir Sevgi Irmağıdır".Berceste, 129: 5-9.
Avşar, İ. (2012). "Söyleşi: İmdat Avşar".Kün Edebiyat, 1: 23-27.
Avşar, İ. (2015).Çiğdemleri Solan Bozkır. İstanbul: Kesit Yayınları.
Avşar, İ. (2015).Soğuk Rüya. İstanbul: Kesit Yayınları, 2015.
Avşar, Z. (2013). "İmdat Avşar’ı Okumak".Berceste, 129: 10-17.
Çetin, N. (2015). "Soğuk Rüya Önsöz".Soğuk Rüya. İstanbul: Kesit Yayınları.
Enginün, İ. (2010). "Memleket Edebiyatı",Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı. İstanbul: Dergâh Yayınları.
Kantemir, E. (1973). "Gerçekçilik".Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, C. 6, S. 1: 139-155.
Pervin. (2013). "İmdat Avşar ile röportaj".Ala Too Edebiyatı, 2: 29-33.
Sağlık, Ş. (2014).Hikâye/Anlatı/Yorum. Ankara: Hece Yayınları.
http://old.525.az/view.php?lang=az&menu=2&id=11202&type=1 (15.05.2010)